Tuesday, December 4, 2007

tanımlanamayan kola objeleri!

tanımlanamayan kola objeleri... derin bir nefes... ekran koruyucu karşısında geçirilmiş, vahşi, peşkeşe susamış bir gece! bayındırlık kokan yıldızlar, neyi getireceksiniz bize! sen söyle büyük ayı, çarşaf üstüne koysaydık seni yine bu karanlıkta olduğu gibi parlayabilecek miydin? ya sen onun küçüğü, hiç kimsenin yağmurun bile küçüğü olmayabilecek miydin? yüreğim yanıyor, bir garip kokuyor gece.. dik dur rohan, bu gece adalet düşmemeli!

kandırıyorlar bizi!

gece yüzümüzü dönsek, çimenin yeşilini unuturuz, alıverir bizi bu karanlık. dünyayı boynuzlarında tutan öküz mü ağladı be allahsız, nedir bu üzerindeki lekeler! yıldız deme bana, yoo deme... kara delikler, beyaz cüceler! kontrast yağıyor ya muhammed! hasta la favoria!
tanrı zar atar aslında dedi havking, atar emme dedi, tanrının görmediği yere! hiç düşünmedik bunu, belki biraz cimnastik yapsaydık beynimiz eksenli, belki biraz o çarklar dönseydi alavereler dalavereler yerine... spitzer uzay teleskobunun gördüğünü çok, ama çok daha önceden görebilirdik!




her pazar ertekinle kahvaltı ederken sevdiğimiz siteleri bir bir dolaşmayı da ihmal etmeyiz. nasa'nın pek beğendiğimiz, 10 dakika baktığınızda ömrünüzü 5 sene uzatan fotoğraflara sahip fotocurnal bölümüne girmeyi de eksik etmedik.. 29 kasımda çekilmiş bu görüntü bizleri çok düşündürttü, derhal elikopterleri şakaklimanlarına indirdik.. sonrası hüzün, sinir ve belki de, ne yazık ki, öfke!


gelin birlik olalım!

o karanlığın içinde gizlenen! hey sen! hiç konuşma, tovariş diyeceksin biliyorum!
koka kola satmaya geleceksin! koka kola satamadığın gezegeni de gıcır gıcır keseceksin! ama sana bir şey söyliyim mi, işin çok zor.. vallahi, billahi işin çok zor! senin büyük helen tadındaki düşüncelerinde, siyah-beyaz evreninde bir asi var.. ruhu asi, deli birşey! ayran gibi limonata gibi kendi özdeğerlerine sahip çıkan bir gezegen var bu alemde! bu insanların beyniyle de oynasanız, o ufo oyuncaklarınızda adam da kaçırsanız, size su yok... size bu gezegenden su yok!



Saturday, September 8, 2007

namus'un cenazesi var! -1

ar ve namus... iki ezeli dost. ama bugünlerde onları bir arada görmek ne mümkün. tango ve cash eridi, ferhat ile şirin eridi, hıncal ile haşmet eridi ama ar ve namus erimedi diye göğsümüzün kabarıkitsta olduğu günlere ne kadar da uzağız, ve bir o kadar özlemliyiz ha... bırakalım gözyaşı yüzümüzde kurusun hayat çiziklerimize tangıt olsun, yatağını bularak korkunç sıcağı yuvasına göstermesin, aman ham yapmasın onu deli rüzgar.
genel izleyici uzaklaş, namus'un cenazesi var!

ahlak bekçisi!

örf ve adaletleri pazubandım yaptım boynuma düdüğü astım kemerime 35 kalibrelik ünlemleri taktım, neden mi? ahlak bekçisi oldum dostlar! hani şu dalga geçenlerin inadına("bekçiyle mi yoksa ahlakla mı geçiyorlar acaba?" by leonard cohen, 2004, vatikan publish)!

bunun adı ahlaktır a erenler, 4-4-2 mi oynayalım 3-5-2 mi oynayalım tartışmasına mahal vermez, 0-0-0 oynayıp kaleyi 11'ler. baban olsa tanır, göbeği açık yarin olsa tanımaz. ağlayanlar alt paragrafa hiç geçmesin.

kimler şeytan, kimler düşman?

medya, basın... kirleten var mı aramızda kendimizi bunlarla? hoş di mi kirlenmek nasıl da sokuyorlar kafanıza böyle şeyleri, hah! medya-basın, bunları gördün mü kaç arkadaş... belki işin içinde çok sevdiğin biri vardır, hanım hanımcık kız dediğin biri vardır, oha yok artık o da mı dediğin birileri vardır, ne bileyim işte belki vardır: heather nova!


çok seviyordunuz di mi heather nova'yı, ben de! beşik kertmem gibi sevdim bu kızı, ne yalan söyliyim bu klibi ilk izlediğimde çok ta hoşuma gitmişti... ama biraz kamu sorumluluğu aldık ya, biraz attık ya kendimizi denize takadan aşağı. neler gördüm neler!
türkiye'ye milyar dolarlık reklam yapıyor diyelim tanıtıyor diyelim klibinde, eyvallah... halkla içiçe diyelim, işçi sınıfından diyelim, cumhuriyetçi diyelim, cumhuriyet mitinglerine katıldı diyelim, eyvallah...
ama yılları kahve ortamlarını arşınlayarak geçirmiş biri olarak söyliyeyim ki, mini etekli kadını kahveye sokmazlar, sokarlarsa da olacaklar bellidir(hop, buraya bir break). bunun adı kültüre çomak sokmaktır arkadaşlar! kim ne derse desin!
hem o kadının başına o klip çekiminde bişe gelse, halkımız misafirperverliği dozunda tutmasa, kim verecekti bunun hesabını? 00:38'deki yiğit mi? 02:00'daki yaşlı dedemiz mi? hayır... türkiye ödeyecek hesabı, hepimiz ödeyeceğiz!

inleyen dosyalar evimizi sardı!

inanır mısınız yaz kış demeden şikayet, dosya geliyor kargoyla dostlar. garaj kiraladık oraya gömüyoruz dosyaları. görüyoruz ki bu ahlak işi bitecek değil, anaların haykırışını telesekretere kaydediyoruz, her sabah dinliyorum kaşlarımı çatıp sokağa çıkıyorum... zor bu işler, kalbi olan girmesin, gençlere tavsiyemdir.

bu haftaya kızgın girdik, güzellikle bitirelim... ekipten arkadaşlar bir video hazırlamışlar, bi izleyelim ve sizlere veda edelim.

namuslu geceler, esen kalın...

Tuesday, August 28, 2007

gosterhuseyin newest cingıl: gh (church mix)

gösterhüseyin'in geçen sezonki başarılı dönemine ithafen, yeni sezona mutlu ve umutlu bir şekilde girmek adına, kimilerine göre bir ağıt kimilerine göre ise tam bir milli marş niteliğindeki nacizane kandil özel church mix çalışmamızı buraya koymamızı maruz görünüz sevgili okurlar...
haydi tıklayalım bakalım ne varmış burada:



Monday, August 6, 2007

nedir bu gülsuyu?

koca denizlerin sandalları itecek kuvveti kalmadığı zamanları unutup iki damla yağmurun ardından ağıt yakar olduk biz... hayat ta akar dedik sudur kendisi, özümüzü patlattık tesisat borusu gibi; can-canan yarışına girdik amansız, hüznümüz diz boyu olunca geldi aklımıza aynı uzunluktaki denizin uçarı dalgaları... kimliklerimizi taktık kalplerimize hepimiz hayat başlığına “su” yazdırdık, farklıları bir kalemde siliverdik usulca, yabanice; belki de, küçük kadınlarca...

hani dedik ya sorular bir yerlerde patlak verecek, ruhlarımızın gramajını her seferinde biraz daha değiştirecek... işte o soru az önce patlak verdi sevgili okur, ruhumun gramajı her sefer olduğu yine değişti!

nedir yahu bu gülsuyu?

su dedik, rahmet dedik, can dedik, canan dedik... peki bir birşey unutmadık mı ya? bi tek likid bu muydu yaradanın ellerimize döküverdiği? bir suya, bir kolonyaya, bir kolaya verilen değer başka birşey üzerinde kendini gösteremez miydi; mesela özdeğerimiz gülsuyunda?

şimdi burada gülsuyu dedik diye bayındırlık dahil bazıları rahatsızlık olacaktır ama cennete bir adım yaklaştıracaksa sizi bu yazı, inanın cyclops’u karşıma alırım, enginlere sığmazsam derhal taşarım! sevgili kardeşlerim, bu gülsuyunun faydası saymak ilen bitecek gibi değil! gelin birkaç örnek sunayım size, takip et çağatay’cığım!

anne’ciğim biraz daha nur ister misin!!

nasıl ki asitli bir likidi sert bir yüzeye döktüğümüzde cosudayıverir, nasıl ki kolonya amazon rüzgarlarını getirir dokunduğu yere.... gülsuyu da nur yüzlü dedelerimizin annelerimizin suratlarından nazikçe bir miktar nur çalar işte, döktüğünüz yere usulca seriverir. “aura” dedik te inanmadılar ya, ortamda bir nur aurası yaratır sevgili dostlar... kendinizi bir gül bahçesinde bulursunuz çaresiz, hah, belki de sevdiceğiniz kokuyu alıp kulağınıza fısıldayıverir: “hayatım’cığım, bana yine gül mü aldın!!”

maneviyatı böylesine destekledikten sonra sanmayın ki bu gülsuyu şu kısa ömrümüze yardım da bulunmaz, sakın ola geçirmeyin aklınızdan bunu!. bu gülsuyu var ya, şu kırım kongo mevzusuna harkulade derman oluyor! nasıl mı? şöyle:

hepimiz şu yaz sıcaklarında kendimizi bir yerlere atıyoruz şehrin yabanıl hayatından kurtulmak için... ama farketmiyoruz ki asıl yabanıl hayatın içine giriyoruz; kimbilir belki de kenelerin tam ortasına!! bu sene özellikle zeytinli festivalinde kendini gösteren katil keneler bu sefer o kadar şanslı olmayacaklar... neden mi, çünkü karşılarında bu sefer 45 faktör gülsuyu ile yağlanmış gençler var! çadırlarının etrafını gülsuyu ile çevreyelen genci, yaşlısı, gotiği, alternatifi, hari krişnacısı adeta zeytinliden dünyaya bir mesaj veriyor: gelin kenelere gülsuyu ile dur diyelim!

önlemleri almazsak olmuyor bu iş!

sevgili kardeşlerim, gerek öteki dünya için gerekse bu dünya için almamız gereken bazı önlemler var... mutluluk her zamanki gibi çok yakınımızda, ama isteyene: gülsuyu. gelin, bizi bu cennete koşar adımlarla götüren rabbin güzel likidinin hakkını verelim, güne avuçlarımız gülsuyu kokarak başlayalım! ve unutmayalım; hiçbir şey için, gerçekten hiçbir şey için, hiç ama hiç geç değil!!!

Thursday, July 26, 2007

la havle vela kuvvete

şu güzel yaz günü kimimiz atlet içinde, kimimiz çıplak!, kimimiz dünyanın öbür tarafında su içinde, barış içinde geçiriyor olabiliriz; hepsi insana has şeylerde değil mi dostlar hepsi mükemmelliğini çoğu zaman bir hiçe harcayan şu rabbin bedenine has değil mi... bu düşüncelerle girdim perşembeyi cumaya bağlayan bu tatlı-sert geceye..

havaların sıcak olması, seçimden yeni çıkmış olmamız ve duygusal olarak alev alev, buram buram yanan yüreğimiz hiçbir zaman müzik dinlememize engel olmadı, ve olamayacakta!
bir oyun oynadım, belki bir kumar; kulaklarımı bu geceliğine beethoven'a emanet ettim sevgili dostlar.. hani çayın içine bir şeker atarsınızda içinde güzel güzel çözünürken sanki elinizdeki excaliburmuş gibi çay kaşığıyla yukarıdan sert muhtıralar verirsiniz ya... işte beethoven'ın da bu yanını keşfettim bu akşam; o barış notalarının içindeki gizli haykırışlar, kimbilebilir belki de limonatalar kimine göre ise papazlar, valeler...





















bir garip hikaye...


araştırmalarım pek uzun sürmedi aslına bakarsanız; beethoven'ın yaşadığı onurlu hayat bir avucumda, yaşadığı haksızlıklar diğer avucumda... ağır geldi hem de çok ağır geldi haksızlık avucum; öfkemle ellerimi terlettim temizlenir miydi bu kara lekeler tarihten yoksa avucum yanlış mekan mıydı, atlas gibin omuzlarıma mı almalıydım bu ağır gerçekleri... bilemedim, bilemedikçe gömüldüm gecenin katran karası karanlığına...

kiwi olurum da hakkını yedirmem!

peki neydi beethoven'ın suçu? şatolardaki ağzı salyalı masalara kemalpaşa tatlısı olmak yerine hümanizmi barışı onuru seçip amansız kavganın içine girmesi mi? wagner gibi 2 gotiğin 3 baldırın peşinde olmayıp etik çizgisinden taviz vermemesi, bestelerinde sürekli barışı hümanizmi kardeşliği savunması mı?
ne kadar kolay di mi böyle değerleri silip atmak, yokmuş gibi davranmak yapılan haksızlıkları görmezden gelmek... yedirmem, inanın yedirmem hakkını bu asil, onurlu nota silahşörünün! birileri nota defterine peşkeş çekecek, birileri şatolarına iftihar panosu asıp dilberlerden üzümler yiyecek, yoksulu garibanı aç bırakacak, üzülmek beethovenıma kalacak öyle mi? vallahi deliriyorum, şu yaz günü deli gibi çılgın gibi deliyorum...

çok terliyim be atam, çok terliyim...

Sunday, July 15, 2007

bazı şutlar kardeşlik için çekilir!

kimileri gerçekleri bi yana bırakıp topu taca yuvarlar, kimileri zaman kazanmak için elinde tutar, kimisi ise yerde yatarak sözde sakatlanır, kanar, ve ağlar... ama kimileri vardır ki, onlar şutları kardeşlik için çeker; saha çizgisini sıkı sıkı telle kapar ki oradan gerçek sızmasın, maç içindeki dostluk sevgi taca çıkmasın, karpuzun göbeği gibi olan kardeşliğin derinliğinin buram buram yaşandığı uzatmalar havaya uçmasın...

işte biz ve gönül dostları da bu amaçla çıkarız her haftasonu halı saha maçlarına, hem de ne maçlar! kıran kırana geçer; herkes bilir altımızdaki el yapımı halı değil, ama o yeşili direkleri meşin yuvarlağı görünce hepimiz deliye döneriz.. maçta atılan sıcacık sloganlar sevgi paratonerine kapılmış kasaba sakinlerini hemen yanıbaşımıza toplar: gör beni!!! bana ver, sen kaç!! çok güzeldi be abi!! sert oynamayalım beyler, biraz daha sakin!!!

futbol basit bir oyundur ve kardeşlik, hümanizm her zaman kazanır

kimi zaman mesaj kaygımız olur pankart ile çıkarız sahaya, bazen kimi arkadaşlar sahaya girerken bir avuç çimen atar ağzına... dualar okunur maçtan önce, insanların yanakları hümanizmi andırır, kramponlar her topa vuruşunda topun yanına gidip özürünü diler; maksadı hiçbir şekilde onu incitmek değildir.. dedik ya bazı şutlar vardır, kaleye girdiğinde oyunun dışındakileri harekete geçirir!

yazarlık dinamizm ve hümanistlik gerektirir

bazı yazılar isyankar, bazı yazarlar da sportif, genç, dinamik olmalıdır sevgili okur... hani o tom cruise’un inanılmaz görev diyip te çıktığı dağlar vardır ya, o rocky’nin adliyedeki avukatları andıran bi merdiven çıkışı vardır ya... bizim yolumuz da öyle bi yol be sevgili okur. asırlardır kalem diyince o kağıt üzerindeki mürekkep dansını anladı ya bu insanlık, yeni nesilin demesiyle klavye tuşlarının bir inip bir kalkmasını anladı ya... kimse o kalemi tutan eli, o elin nüfus ettiği vücudu, o vücudu ayakta tutan iki aslanlar gibi bacağı düşünmedi. bazıları beyin dedi, hapis etti onu gerçekleri göstermemesini istedi(anladın sen bayındırlık anladın)... ama hiç bu dışladığımız tarafımızı göremedik, belki de, görmek istemedik...

işte o bacaklar gün geldi yazarlık ile kendini buldu, el’in yaptığını bir de o yapmak istedi: akrobasiyi güzel hareketleri bir yana koyalım ve düşünelim o yürekler orada şutlarını kilitli kapılara attılar.. ortalarını kardeşliğe açtılar...

gelin bu çağrıya kulak verin

biliyorum çoğunuzun bacağı bir şekilde yas tutuyor, koltuktan kalkerken zorlanıyor, uzun koşular için kendini hazır hissetmiyor devre arası kampına katılamıyor... ama hepinizin bacaklarınıza vereceği ikinci bir şans, bir top ve iki direk... direği de geçtim be mübarekler iki taş koyup oynayın şu oyunu öldünüz mü yahu! ya ben çok sportifim, çok dincim, çok hümanistim ya da bazı insanlar gerçekten çok hımbıl, çok militarist, çok hari krişnacı! sertleşmeye imkan tanığım 3 kulvardan birinde beni yine haksız çıkarmadınız sizi sütun bacaklar!
ama ben okurumun gönlümü almasını bilirim... altın yürekli insanların kadife kramponlarının anısını buraya koymasını bilirim! vamos bien demesini bilirim!!



"akrobasiyi güzel hareketleri bir yana koyalım ve düşünelim o yürekler orada şutlarını kilitli kapılara attılar.. ortalarını kardeşliğe açtılar!"


Saturday, June 9, 2007

kelebek tepkisi!

bazen bir cummuyet mitingi sonrası zil zurna eve gireriz ve derhal yatağa uzanıp uykuya demir atarız... çok sevdiğim esnaf eşref amcanın kepenkleri gibi kaparız gözlerimizi rüyalar birbirini kovalar, tam uyandığımızı düşündüğümüz anda ‘rüyanın devamını göremeyecek miyim’ telaşı ile gözlerimizi yeniden kaparız yaşama saygısız bir şekilde, dantelli fincanlar ecayip heyvanlar gibin.... sonrası insanızdır, uyanıveririz kırık bir dal üzerindeki pek te ağır olan hayatımıza. derken güneşin yanıkları arasından renkli, sinyalsiz sağa sola sapan bir hayvan belirir, emmoğlu demiştir halbuki: hayvan değil o böcek... kanatlarında trigonometrik fonksiyonlardan oluşmuş çizgiler ile onları bir güzel işleyen renkleri görmemek mümkün değildir; eşref amca bir kere açmıştır kepenkleri artık usulca belindeki ağrı ilen... burnumuza konar bazen, bazen sivrisinek tarafından acımasızca ısırılmış diz kapağımıza bir öpücük kondurup rejenerasyon çalışması yapmak ister... izlememizi ister onu, bakın der, hayat çok güzel dostlar. beni kimse boyamadı der, renkleri tanrıdan çaldım karışık çizgiler ise belki de doğum sancılarımdır kim bilebilir.

kafamızdaki kelebek budur işte, belki william blake değil masumiyet şarkıları söyleyemez, ama doğrusunu isterseniz dostlar, görsel olarak masumiyeti bu denli güzel gösteren bir hayvan düşünemeyiz.

birazdan kudurur deniz!

geçenlerde yine günlük bisiklet sporumu kamu bilinciyle yerine getirirken yeni bir sahaf açan eski bir dostuma uğramayı ihmal etmedim. kapısı kapalıydı belli ki dünden kalmaydı, ama tezgahlarının üzerinde 120 g. hamur kalitedeki birkaç kağıt ilgimi çekti. hemen sportif şortumun yan cebine koyup yoluma devam ettim.

moda tarafının yeşilinde, gölgelikte bir dost ile muhabbete dalmışken kağıdı hatırlayıp cebimden çıkarma cürretinde bulundum. bir sergiden bahsediyordu ve inanın ki üzerindeki resim şöyle idi:


kıllandım. kelebeğin duruşu hoşuma gitmemişti bir gariplik vardı bu işte. arkadaşımın doğanın dev yeşili, uludağ gazoz ve keşkek tekliflerini bir çırpıda elimin tersiyle itip derhal bu işi aydınlatmak için yola koyuldum.

birkaç balkan arkadaşımı arayıp fotoğrafın sahibi nikos’un kelebeğe ne kadar para ödediğini araştırdım. öğrendiğim rakam oldukça uçuktu; doğrusunu isterseniz bunu ne nikos’a ne de kelebeğe yakıştırabildim. ama anlık öfkemden kurtulduğum anda bir başkasını misina ile yakalamıştım: nikos ile derdim yoktu olamazdı, güven duyulamayacak insan soyunun başka bir üyesiydi, peki ya kelebek? türdeşlerinin değerlerini ayaklar altına almayı nasıl başarmıştı? o kadar parayı ne yapacaktı, 24 saatlik bir ömürden bahsediyoruz arkadaşlar... üniversitede oğlun mu vardı a kelebek, var ise o pozları verene kadar neden gidip oğlunla ilgilenmedin? şu yazının başındaki iltifatları hakediyormuymuşsun haydi bakalım söyle?

arılar ölmez hayvanlar alemi bölünmez!

benim dilime düşmek bu alemde en büyük hatadır kelebek, 24 saate çok fazla hata sığdırdın.. gün hesap verme günü... pencereden içeri girmek küçük çocukların gönlünü fethetmek kolay; o çocuklar onuru ile yaşayan bir hamamböceği gördüklerinde evde terlik arıyorlar öldürmek için, sen ise blöflerinle illegal işlerinle bayındırlıktaki dostlarınla gözlerini boyuyorsun ha... yemez, halk bunu inan ki yemez!

sevgili dostum muhammed’in de gözünü boyamıştın zamanında bilmem hatırlar mısın: kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım... o vatan millet aşkı için ölen arıların uçma kabiliyetlerini nasıl bu laf ile yadsıyabilirsin... arıların o safkan soyuna kelebek kanı bulaştırmak, kozanlarda bölücülük hareketleri yapmak mayın döşemek neden kelebek neden! bırak arı gibi uçsun, arı gibi soksun, ve arı gibi ölsün... hıh, eminim seninkinden daha onurlu bir ölüm biçimidir!!

hah, kelebek etkisi!

kelebek etkisi... hah vallahi gülüyorum inanmazsınız kıkır kıkır gülüyorum.. etki yaratmak güzel kelebeğim benim, peki haberin var mı fizikte bir kanun vardır merzifonlu newton’un bulduğu: her etkiye karşılık bir tepki vardır. bu işin sonunu düşünemedin mi kelebek, ah kelebek vah kelebek...

zamanında erdal inönü ile çok büyük atılımlar yaptık fizikte bir şeyler biliriz biz de... kaos teorimi duymuşsunuzdur; bir kelebek mersinden kanat çırparsa moğol eşcinselleri üzerinde söz sahibi olabilir diye...


bu teoremi ilk duyduğumda kıkır kıkır gülmüştüm, belki aratsam youtube’da videosu bile çıkar. ama bu işin gerçek olduğunu araştırmalarım sonunda buldum, ama herşey kelebeğin kanat çırpışı kadar masum değildi....

headquarter diye tabir ettiğimiz tancerini bilen bilir... orada bir cervantes vardır çayıyla meşhur ve de sarı sakızları ilen! şimdi size bir kelebeğin çin ekonomisini nasıl da derinden vurduğu bir ibret öyküsü sunacağım:

cervantes’in çok ta uygun olmayan bir bölümünde bir kelebek dövmesi vardır... bilmem 4. murat zamanındaki venom olayını hatırlar mısınız, parker kötü bir giysinin kurbanı olmuştu... işte o dövmede yıllar geçtikçe cervantes’te aynı etkiyi yarattı, adeta onu ele geçirdi cervantesin eli yeşile dönmeye başladı zamanla dokunduğu one hundred bucks’lar ilen.. sonra tancerin açıldı ve dünyanın para makinesi sıfatını haketti, ve içinde bulunduğumuz çağ içerisinde çin ekonomisini yöneten en büyük güç, tekel haline geldi. dedim ya,

24 saatten bahsediyoruz..... devam.

bir sıkımlık canın var!

karşında kimin olduğunu farkedememiş olabilirsin, varyasyonlar yaratmış olabilirsin, aldığın milyon dolarları mezarına götürmüş olabilirsin ama sana şunu söylemek isterim: ömrüm 24 saat olsa hepsini adalet için harcarım,bir ölür bin doğarım!!!

kaba kuvvetten şu ana kadar hiçbir yazımda bahsetmedim ama biraz daha ileri gitmen halinde bazı şeyler düşünebilirim,,,, dedim ya bir sıkımlık canım var! hani sıkarım ederim dedim kimse anlamadı ya, portakal suyudur o içeriz sen sık bakalım dediler ya......ananızdan emdiğiniz sütü sıkarım, burnunuzdan getiririm. gözüm üzerinde kelebek, hem de çok ciddi seviyelerde üzerinde!




Monday, May 28, 2007

biz yapınca skandal oluyor manşet oluyor

Gösterhüseyin ilk yayın hayatına başladığından beri çizgisinden, tavrından ödün vermedi. Maillerle ölüm tehditleri aldık, sticker’larımızı parçalamaları için parayla tutulmuş çocuklar gördük sokaklarda, yağmurlu günlerde araba kiralayıp yanımızdan hızla geçip üzerimizi çamur(ne kadar da manidar, hay anam benim yavrum benim) yapmaya çalışanlar da gördük... Ama sonuç nedir derseniz; hala yaşıyoruz dostlar, parçalanmış sticker’ın üstüne yenisini yapıştırıyoruz, kirlenmek te güzeldir omo ile yıkıyoruz çamaşırları... İşte bu inat, bu sabır, bu vatan aşkı bizi buralara getirdi. Haa, herşeyi biz yaptık diyen namerttir; sokakta pazarda hakkımızı savunan teyzelerimin, bastonu yere vuraraktan “gös-ter hü-se-yin” sloganı atan yaşlı dedelerimin, kapımın önünde gösterhüseyin tişörtleriyle hıçkıra hıçkıra ağlayıp sticker yapıştırmayı kendine görev bilen gençlerimin hakkını vermezsem var ya, ben ölürüm 2 gece uyku uyuyamam. Nikos mahlas’ın poligondan arkadaşları aradı bugün, nerde nikos cevap vermiyor telefona dediler. Biraz gülümsedim bu yabanilere, sonra sandalyemden doğrulup dedim ki: doğmamış bir yetimin hakkı yenmiştir beyler, bilir misiniz siz doğmamış yetimin hakkını...

İşte böyle bir habercilik anlayışı bizimkisi, bilmiyorum yanlışımız var mı ama böyle gördük biz napalım.

Bu çok gecikmiş yazıyı sükunet içinde neden yazdım, çünkü bazıları sanıyor ki biz bunları öyle aklımıza esip, insanlara sataşmak için yazıyoruz... İnanır mısınız ekip olarak haftanın 5 günü 4’er saatten döküman tarıyoruz, yetim arıyoruz doğmamış bir yetim. Sonra kaybolan hakkını veriyoruz; bazen bir tomurcukta buluyoruz o hakkı such a sweet breeze’de buluyoruz, bazen ise elleri paraya bulanmış ağzından salyalar akan bir fabrikatörün ellerinde buluyoruz ya da insanları yıllarca kandırmış bazı kişilerin! puro kutusunda buluyoruz, evet puro kutusunda.

İşte yine böyle bir sabırla başladık o 4 saate. En son döküman olarak cate blanchett’ın notes on a scandal filmini koyduk, çünkü o 4 saati güzel galadrielin sanatıyla bitirelim dedik; ödülümüz olsun diye. Ama olmuyor işte, olmayınca olmuyor gönül dostları; adalet duygusu bir kere yüreğinize sızdıysa, artık beyaz pelerinli bir savaşçı olmuşsunuz demektir.

***

15inde yar sevdim de, sezdirmedim ellere

Cate blanchett... şimdi bir çocuğu karşıma alsam da, 70lik bir dedemi karşıma alsam da, bu ismi duyunca ufak ta olsa bir tebessüm belirir suratlarında. Neden diye sorup cevaplamama gerek yok dostlar, galadriel karakterini unutabilen var mı aramızda... Ormanda frodo ve arkadaşlarına iki tas yemek verip, başlarının altına bir yastık koduğunda hepimizin gönlünü almadı mı? Tatlı bakışları, yerinde sözleri perihan abla hassasiyetinde değil miydi? Ertesi gün hepimiz yatağımızdan kalkıp pencereye baktığımızda, o güzelliğin verdiği sıcaklıkla galadrieli karşı pencerede görür gibi olmamış mıydık? Ne güzel komşumuzdun sen cate abla...



rocky belgesindeki gibi filmi tek tek anlatmayacağım, izleyen izlemiştir, duyan duymuştur. Ama filmin genel hattını, gündemden uzak kalan okur için anlatmak isterim: film 2 aslan yavrusu evlat sahibi keyt bilendır, 15 kalibrelik bir sübyan, ablacı cudi denç ve bunları yutmuş okul etrafında geçiyor. Filmde ayıptır söylemesi keyt bilendır’ı 15lik sübyanla haşırlık neşirlik! peşinde illegal işler peşinde buluyoruz, bu yetmezmiş gibi bir de karşımızda keyt’e yamahalanan ablacı cudi denç beliriyor. Ne diyim galadriel, bu muydu sanatınız? Bu muydu o yıprandığımız 4 saatin ödülü!

Cudi denç’in ablacılığına laf etmiyorum, neden billiyor musun keyt: çünkü ondan iş geçmiş, yüksek teknoloji pudralar bile gizleyemiyor kırışıklarını almış yaşını gitmiş. Ona ne kadar anlatsam az kalır, onu değiştirecek tek kişi var onun da ismini vermem! Off the record’a saygımız sürüyor! Sürecek!

Ama sana söyleyecek çok sözüm var bilendır... Galadriel kariyerini tren aralarında illegal işler peşinde eritmeyi göze alabilirsin... seni “galadriel abla” diye çağıran bir jenerasyonu ayaklarının altına almayı da göze alabilirsin. Amma velakin ,bu jenerasyona saygın yoktu, yüzüğe saygın yoktu, frodoya saygın yoktu, gandalf’a saygın yoktu peki bu vatanada mı saygın yoktu be yılan gözlü kadın! Evet yılan, çünkü bir ceylan sanmıştım seni evvelden; bu film gerçek kimliğini kusmaya yetti!



***

Bu duygu sömürüsü kime!

İllegal keyt! Hah, adını illegal koydum sevdin mi? Tatmin oldun mu sevgili bilendır bunu mu istiyordun parmakla gösterilmek mi istiyordun, belki de çağdaşlarını kıskanmıştın ne dersin keyt? Anlatmak ister misin bize yollayayım mı bizim çocukları, illegal keyt! Ben var ya hakkaten, çok ciddi söylüyorum, aha şu masanın köşesine kafayı geçirmemek öyle zor tutuyorum ki kendimi, klavyeyi ısırıyorum öyle bir hırs doldu içime!

Herkesin yanlışı olur ama bunu cilalamak neden keyt! Törenlere zayıflamış hallerle çıkmalar sıfır bedenlere inmeler, “bakın eriyorum, bakın pişmanım” demeye getirmeler... kimsin ya, nesin? Eğer bir özürün var ise, gelirsin 2-3 doğmamış yetimin doğum masraflarını karşılarsın, sultanahmete girer iki namaz kılarsın! Tabii benim yufka yürekli dedelerimi teyzelerimi biliyorsun, zavallı görünce dayanamayıp kol kucak gerdiklerini biliyorsun... sonra gelip, illegal işlerine devam ediyorsun.

Hakkın yok, böyle bir hakkın yok keyt!

***

...and justice for all

Vay anasssını ya, anam benim yavrum benim... sen şimdi bu 15 yaşındaki sübyana göz diktin ve illegal işlere girdin öyle mi... bu işte bir bit yeniği var arkadaş. kesin bayındırlıktakiler bunun kafasına soktu birşeyler, bak böle güzeldir bak şöle güzeldir çok yaşlanmadan dene, et.... uyku yok sana keyt, inan uyku yok! O bayındırlıktakileri de bulucam bu kızın aklına bunları sokanları..

dur ben onları bi tatile göndericem, denemedikleri şeyler vardır bi güzel deneticem ben onlara orda!

***

illegalsiniz siz, gösterhüseyin'den adaleti dinlediniz

Tabi bi delikanlı çıkıp ta söylemiyo, “yav keyt, bu böle olmaz iyi güzel film çeviriyosun da çoluk çocuk hayranın, hareketlerini örnek alıyor”...sonra mahallenin delisi ben oluyorum, nedenmiş efendim, çok sertmişim çok göze sokuyormuşum gerçekleri... agalaar, agalaar, o gerçekleri saklayanlara lafınız yok mu? Dost kervanı geçti mi agalar!!!

Son kez söylüyorum: ananızdan emdiğiniz sütü.......hani beyaz dedik kimse anlamadı ya........burnunuzdan getiririm. And olsun getiririm.





Thursday, May 24, 2007

chuck sessizliğini bozdu

“Dear Friends:

I was lying in bed a couple of months ago and I started reflecting back to my Martial Arts career as a fighter. I remembered back to 1974, when I decided to retire after six years as the undefeated World Middleweight Karate Champion. I thought that I could defend my title again in 1975 at the age of 35 and win my seventh consecutive year, but then again I could probably lose, so I decided to retire as an undefeated champion. To this day I am considered one of the top fighters of all time. If I had fought and lost, that may not have been the case.

Then I began thinking about Walker, Texas Ranger. Fortunately, Walker has been a top rated series for eight years and I thought it could probably have a successful ninth season, but then again maybe not. Anyway that is the reason I am ending Walker, Texas Ranger. I want the series to end as a winner. I know the let down of Walker being over will be very emotionally hard on me, just as it did when I retired as a fighter, but I did not stop doing my Martial Arts when I retired and I will not stop acting when Walker is over. I hope whenever my acting career goes that I will still have your support! As I have always believed, "When one door closes, a bigger one opens."
God Bless you.
Sincerely your friend,

Chuck Norris”

İşte böyle dedi Chuck veda ederken... Bir gece posta kutumuzda bulduk bu mektubu, medyaya bizim duyurmamızı istemiş Chuck. Dayanamadık çıktık yola kapısına dayanmaya, dudağımızdan dökülen tüm yol boyunca tek şarkı, gitme sana muhtacım. Günlerce açmadı kapıyı, sonra baba yüreğiydi sanki onunkisi, usulca aldı bizi içeri. Bir röportaj yaptık chuck ile, dost gibi tıpkı eskisi gibi yanıtladı sorularımızı. Kararından vazgeçiremedik ama röportajı yayınlamayı boynumuzun borcu biliriz.

--------------

-Abi neden böyle oldu...

(:... Bilmiyorum be hüseyin, hep bana oluyor sanki. Kariyerimde inan çok kişiyle dövüştüm, gerek rol icabı gerek ise harbiden. Ama son zamanlarda olanlara akıl sır erdiremedim. İnsanın yaşı da geçince daha da bir alıngan oluyor sanki.

-Daha bir detaya girsek mi abi ne dersin...

Martial arts’ın içinde uzun zamandır varım bilirsin... Endüstriyelleşti be herşey, ama gün olup etkisini martial arts’ta göreceğimi sanmazdım. Eskisi gibi değil hüseyin, bi tutam kıl kopartınca insanlar masalara çıkıp alkış tutarlardı, şimdi gotik ol diyorlar şimdi biraz .öte oyna diyorlar. Bak bi bana, sence yapabilir miyim bunları? Evet çok kemiğim kırıldı bu yolda ama inan onurumu kıracak birşey yapamam!

-Herkesin haklı tarafı vardır abi bilirsin. Senin dediklerinde de hak bulamamak acımasızlık doğrusu, sana geri dön diyemem tanıyorsun beni: gidene dur demem. Ama hepimizin sevgilisi olduğunu, gösterhüseyin’in arkanda olduğunu bil.
Gös
terhüseyin demişken, nasıl buluyorsun takip ediyor musun yanakların biraz hümanist gibi abi?

Öyle mi görüyorsun hakkaten?

-Tartışmam bile... Pöap.

Çok sağolasın (gülüyor, çocuklar gibi gülüyor), eski dostlar anlıyor galiba birbirlerini ne dersin?

Gösterhüseyin’i ilk doğduğu günden beri takip ediyorum inanmazsanız bakın açılış sayfamda(gösteriyor).

-Chuck, çak abi (; şşş...

Belirttiğim gibi son olaylar beni çok yıprattı. Şimdi Mersin’de ufak bir kasabada emeklilik hayatı sürdürüyorum. Gündeme yabancı kalamam, en doğru tespitler de sizden geliyor napalım. Gerçekçi ve gerekli seviyede detaycı buluyorum. Buradaki yaşlı teyzeler amcalar seninle eskiden tanışık olduğumu öğrenmiş herhalde, her sabah 2 kilo patates ile 1.5 kilo ananas bırakıyorlar hüseyinime gönder yesin acıkmıştır diyorlar(gülümsüyor). Geçen gün de biri gelmiş şu sizin meşhur bir demet yasemen yazısını okumuş olacak, o hanımkızımıza gönderir misin diye 2 koli çikita muz getirmiş. Yav, halk seni seviyor benim görüşümü napacaksın be hüseyin(kahkahalar içinde, omuzuma bir tane vurdu).

-Sağolasın be abim, bunları anlatmasaydın ama keşke, vallahi mahçup oluyorum. Gören de şöhret sanacak milyonların sevgilisi sanacak.

Öylesiin, öylesiin(tesbih sayıyor)...

-Abi ben birşey duydum kimden olduğunu sorma ama... ’93 yılında...

Eyvah...

-’93 yılında merzifon karate kompetasyonunda sana parayla madalya vermişler... 1. olduğun halde?

Doğru hüseyin... Ama rica ederim fazla deşme...

-Ben var ya, hakkaten deliricem hakkaten tırmanıcam bi yerlere. Çok mu hümanistim çok mu milletçiyim çok mu detaycıyım abi nedir yani sorunlu muyum ben, bir tek benim derdim mi oluyor bunlar?

Estağfurullah hüseyin... Şeker gibi adamsın.

-Neyse... Ben onları bulacam da, zamanı var...
Son olarak hay
ranlarına, memleketime, şu vatanın güzel evlatlarına ne demek istersin abi?

Vallahi kendilerine çok ama çok iyi baksınlar hüseyin. Hepsini çok seviyorum, mektubum onları üzmesin, vhs kasetlerim her yerde... Zaten halkla birlikte yaşıyorum herkesi beklerim Mersin’e.

Ha bi de peşkeşçilere bir lafım olacak; yerinizde olsam, bu işleri bırakırım artık. Hüseyin’le ilk tanıştığımda el kadar çocuktuğ, amağ asiydi de, şimdi koca bir er olmuş gerçeklerin kapısında bekleyen onları koruyan, güzel vatan evlatlarına gösteren... Sen var ya hüso, bu bayrak için ölürsün, vallahi söylüyorum ölürsün billahi söylüyorum ölürsün.

-Ölürüm abi, gıcır gıcır doğrarım kendimi...

Herkese çok selamlar, hep söylediğim gibi: eğer bir kapı kapanırsa, daha büyüğü açılır. Görüşmek üzere...

-Teşekkürler.

-----------------------

Birazcık onurunuz varsa, birazcık insanlıktan anlıyorsanız, bu adamı geri getirirsiniz. Bu düzende hepimizin parmağı var, hepimiz suçluyuz sütten çıkan ak kaşık değiliz.

Chuck abi bu vatan için çok tekme attı çok yumruk savurdu. Öldünüz mü be mübarekler?

Unutma onu, unutama onu!


Çeviri: Ziya Şengül
Röportaj: Hüseyin Gösteriveroğlu



Monday, May 21, 2007

aşkın pazarında canlar satılır, satanın canını alan bulunmaz

Uzun, soğuk ve uzak bir kışın ardındaydım. Denizin ortasında bir mendireğin iki kulaç kadar açığında küçücük bir kaya parçasının üzerinde kollarım iki yana açık yatıyordum. Kulağımda denize hafifçe sürten rüzgar. Karşımda hafifçe sislerin içinden görünen yer yunanistan; ey ellas! hani hümanizmim bir kez daha mantığıma galip gelmese yarım saat kadar yüzüp ve önüme gelene tokat ata ata yürüyüp, Atinaya ulaşabilirim. Ama şimdi tatildeyim ve yeşillerle işim bitti... vatan borcu bitti, alacak verecek kalmadı diyordum. Herşeyin yeni başladığından habersiz, ada olduğunu kendine bile itiraf edemeyen bir kayanın üzerinde yalnızdım. Başka herşey gerçek olabilir ama yalnızlık bir oyundu benim için, o kışın en popüler oyunuydu. Bazı oyunlar vardır kardeşlerim; sonuna dek masum kalamazsınız!

***

uzun soğuk ve yeşil kış, yanıma biraz gurur koymuş, bir de küçük çanta tutuşturmuştu ellerime.. sabah evden çıkarken bu küçük yeşil çantaya ince bir kitap tıkmıştım, denizin anlattığı şeyler sıkarsa, sus bak işim var kitap okuyorum diyebilmek için. Denizin buna saygı gösterdiğini ince hafif bir ezgiye dönüştüğünü her norveçli balıkçıl bilir..

uğruna denizi susturduğum kitap senindi Tuna; yalnızlıkla oynuyordun. Ben sustum dinledim. Ateşle oynayan altına işer derdi dedem korkut, ya yalnızla düşüp kalkan? Ona sözler vemeden, hikayeler alınmayacağını her norveçli balık bilir..

***

edebiyat’ ın edepsize edepliye de yakışabilir; yalnızlığına diş gösteren herkes kelimelerden gemiler, rüzgarlardan ağaçlar, renklerden kokulardan aşklar, osuruktan teyyareler yapabilir. Tüm gün çıplak güneş altında kumdan kaleler yapıp akşam eve gitme vakti geldiğinde, tekmelerimizle, başka hiç kimse, dalgalar bile onları yıkamasın diye kendimiz bozduğumuz günler geldi aklıma. O kelimelerin koca gemileri, şimdi küçücük ama can yakan bir kıymık değil mi Tuna? Yalnızlık senden sözü geri istediğinde ellerini açıp gösterebilecek misin? Sen neden bozdun Tuna o kaleleri? “Olmadı.. olmadı bu yakışmadı” diyorum sana, tam doksan dakikadır dövüyorum göğsümü doğru sesi verebilmek benliğimi akord edebilmek için; olmadı!

***

“babam olsa tanımam!”

Gelen ihbarları dikkate almak benim kamu görevim. İlk günde böyleydi bu, son günümüzde de öyle olacak. Ve yola çıkarken, ekibime bir yemin ettirdim; ihbar edilen kim olursa olsun, babanız, kardeşiniz, bacanağınız, ruh eşiniz, kozmik kardeşiniz, masörünüz, aile tellalınız yoga gurunuz.. kim olursa olsun, gözünün yaşına bakmayacaksınız! Bu namus borcudur, kuvvacı ruhudur...

***

Kılıcımı vurdum taşa!

Ama vurmadan önce dinledim odama kapandım günlerce hiç dışarı çıkmadım sabahları yoga yapar, öğleden sonraları poligona giderim; bunlara bile ara verdim. Ben sadece küçük bir çizik açtım o kayada. O taş, benim küçük adacığım, adahinyomdu. O küçük ve tek kişilik adalarda maske ölmek isteğiydi sadece, dedem korkuta göre.. ben maskeni çıkar istedim, bunu norveçli her kiremitçi isterdi.

Özel hayata saygılıyız!

Özel hayatları eşelemek, ahlak tacirliği yapmak bizim işimiz değil, öyle gelecekse pehyç viıv hiç gelmesin, istatistiklerin kölesi olmadı olmayacak hüseyin, bunu bekleyenler burada hiç vakit kaybetmesin! Bize düşen kısmını söylemek de bizim sözümüzdür, bunu her norveçli aşçı bilir.

Friday, May 18, 2007

baş mareşal rocky balboa!

Çok küçüktüm be... küçücüktüm ilk yumruğunu gördüğümde vay be! demiştim, acaba ben de atabilir miydim öyle yumruk? Çıkabilir miydim merdivenlerden mirkelam gibi selamlayabilir miydim halkı kerim abim selamlamışçasına, kana kana buram buram memleket toprağı elimde... Dedim ya, ufacıktım beyler bilmiyordum hiçbirşeyi, hazırlıksızdım bu acımasız hayata.

Yıllar geçtikçe delikanlılık rehberimiz oldu rocky serisi, onun gibi çarpıştık sokaklarda onun gibi aradık aşkımızı merttik sürdürmedik kendimize leke, gotik peşinde değildik onurlu bir Adrian aradık hep. Nasıl anlatsam bilemiyorum dostlar, çok şey demektir rocky bizim için: kendimizi savunmayı öğrendik, haklıyı haksızı öğrendik, adaleti savunmayı öğrendik ondan...

Ivan drago’yu patakladığında sovyet genel sekreterinden önce bizzat ben alkışlamıştım rocky’yi. çokça zaman geçmişti bu hadise üzerinden, duyum aldık 6. film geliyor diye. Belli ki rocky güzel bitirmek istiyordu, taçsız kral tacını takacaktı bu filmde geçmişe göz kırpıp wish luck diyecekti. Nasıl heyecan bastı dün gibi aklımda, belki ben de çocukluğumu bulacaktım bu filmde belki rocky bana birkaç laf daha edecekti adam olma yolunda. Heh, diye gülümsedim, zaman adam yapmış mı bakalım bizleri.

***

Film başladı alla allah dedim rocky botox mu yaptırmış bana mı öyle geliyor, sonra toparladım kendimi olamaz böyle şey diye, yanılıyorumdur. Film biraz ilerledi baktım Adrian ölmüş... Nasıl bir hüzün sardı içimi anlatamam; hakkı bulut oldum bir an için ahh’ladım derinden ve sevincim bir daha yerine gelmeyecek şekilde kavanozda biten küp şekerler gibi. Bizim rocky çok ama çok yaşlanmıştı dostlar kükreyemiyordu enginlere artık ve hayatındaki hiçbirşey eskisi gibi değildi. Sokakta laf atanlara iki yumruk atamaz hale gelmişti banu alkan gibi olmuştu vücudu.

Film bir şekilde bitti. dördüncü filmi nerden baksanız 3 gün 3 gece alkışlayıp koyun kesen ben, öylece kalakalmıştım ekrana bakaraktan. Sessizdim çünkü şaşırmıştım, çayım soğuktu çünkü içememiştim, dünya yuvarlaktı çünkü ilk geminin bacası gözüküyordu... Küçük bir beyin fırtınasından sonra anında koyuldum araştırmama, neler olmuştu filmde gösterilmeyen o yayla gibi süreçte? Adrian neden ölmüştü sordum ister istemez kendime, bu botox ta neyin nesiydi? Bulduklarım hoş değildi beyler, hiç hoş değildi...

***

Adrian bacımızdır rocky’nin yaresidir paresidir diye ilk oradan başladım araştırmaya. Ama hayat istediğimiz gibi olmaz çoğu zaman; yüzlerce acı gerçeğe çarptım araştırmalarımda, kanadım hem de çok kanadım kalbim pompalayacak kan bulamadı.

geçen gün araştırmalarımdan biraz olsun da sıyrılıp şarabımı alıp televizyon başına geçtiğimde haberler yine siyasete bulanıktı. Mesut yılmaz’ın siyasete geri dönmeyip dönmeyeceğini tartışıyordu şu bizim amcalar(amcalar dedik ya hani kimse anlamadı işte o amcalar)! Birden mesut yılmaz’ın görüntüsü belirdi televizyonda birine benziyordu mesut ama doğrusunu isterseniz o an çıkaramamıştım; oysa yem usulca yanıma yaklaşmıştı!



Hemen telefonlarıma sarıldım nasıl olurdu bu benzerlik bir huysuzluk sardı içimi bilinmeyenin karanlığında körelmektense gerçeğin ışığında güneş yanığı olmayı tercih etmiştim çoktan. Hemen en sağlam adamlardan fatma girik'i aradım sordum soruşturdum neydi bu işin aslı?

Ayıldığımda yerdeki telefonu gördüm elimden düşmüştü muhtemelen, hava ise çoktan kararmıştı. Telefonda duyduklarım hayatımın en büyük acısının temellerini atıyordu: öğrendim ki rocky seneler önce ufak bir makyajla mesut yılmaz kılığına girmiş ve almanyaya yerleşmişti. Adrian onu köyevinde odun taşıyor diye bilirken bizim rocky! alamanyaya gidip çok afedersiniz karı ile kız ile fingirdemişti. Adrian’ın haberini alması çok uzun sürmemişti ve yüksek dozda acıdan hayatını kaybetmişti. Nasıl yaptın rocky bunu soruyorum nasıl! Şimdi susuyorum.... son paragrafta görüşelim.

bari mezarına sahip çık be rezil!

Tüm bunlar bende olağanüstü bir yıkım süreci başlattı beyler eskisi gibi yürüyemiyordum artık, kapının kulpunu da arar olmuştum neredeydik biz güzel miydi yaşadığımız yer göremez olmuştum güneşin çocukları selamladığı zamanı, ah, bilmiyordum... Şu yazıyı yazacak gücü bulamamıştım inanın, inanın çocuklar...

Kendimi biraz toparladıktan sonra ürkek bir çocuk gibi elimi gözlerimin önüne koyup devam ettim araştırmaya. Çok ama çok acı başka bir gerçeğe saplanmam uzun sürmemişti: filmde gösterilen adrian balboa’nın mezarı aslında onun mezarı değildi... peki kimindi bu mezar kimindi bu uğruna ağıtların yakılacağı ağlar ise anaların ağlayacağı mezar? Siz yorulmayın ben söyleyeyim: alirıza binboa.



baş mareşal rocky balboa!

ey rocky, sana saygım hep sonsuz oldu ve tanıdığım insanlar var ki senin için öldüler, öldüler! Tangıtla yapıştırdılar posterlerini yataklarının başucuna, abi bellediler seni en delikanlı tartışmada senin sözlerinden alıntı yaptılar. Peki şimdi sana soruyorum: ne ödülü vereyim sana ne istersin? hadi bakalım baş mareşal yaptım seni rocky, bize bu şerefsizliği yaptın ya adrian’ı kederinden öldürdün ya... bize acımıyorsan, adrian’a acımıyorsan tohumun olan küçük bebeye acı be kepaze! Filmde anlayışlı baba düşünceli baba ayarları vermeyi biliyorsun, ne hakkın var, soruyorum ne hakkın var? Yok köpeğin adını punchy koymalar falan... napıyon oğlum kendine gel şş! Akıllı ol o verdiği eldivenleri geri almasını da bilir bu halk, o kadar keriz değil benim insanım. okuyuculara daha henüz herşeyi anlatmadım, hem onları üzmemek istedim hem de kendine çeki düzen vermen için sana bir şans tanıdım. Ama peşini bırakmam raki, inan bırakmam: unutma, bu ülkede geceleri bazı gerçekler uğruna uyumayanlar var!




Thursday, May 17, 2007

ölüm de var sonunda telekom!

Lafa sert girme diyorlar sübyan filtresi olmuyor bu internetin! A erenler!, benim damarıma basılmamış olsa, doğmamış yetimin hakkı yenmemiş olsa, samantha fox ferhat güzel’i öpmemiş olsa ben sert girer miyim lafa! Ben size güzel şeyler anlatmak istemez miyim bahar gelmiş kesişmeler başlamış ben bunlardan bahsetmek istemez miyim benim yüreğim yok mu zannediyorsunuz, güzel bir ateşte yanmayı istemez miyim hiç hiç hiç?! Manyaktır dinlemeyin bunu dediler yetmedi, blogspot’un yayınlarını kestiler yetmedi şimdi de insanlara ulaşmamızı mı engelleyecekler? Yaklaş telekom yaklaş, salına salına yaklaş, şu gözlere bak bakalım!

***

2 gece öncesiydi. Öğlenin sıcağı kendini çoktan gecenin kollarına atıvermişti, serindi hava farketmeden örtmüştü hırkam kollarımı, hissettiğim neydi arzularımın kelepçesinden bir an olsa da kopmuş muydum? Belki de... Güzel hislerdi bunlar beyler, uzun zamandır hissetmemiştim sanırım. Gece de böyle gidecek sanıyordum, msnde smileysiz sakin huzurlu konuşmalar birer vagon, gösterhüseyin’in vicdanı lokomotif, ben de peşlerinde bir atlı karınca... Sevinçliydim beyler hem de çok sevinçli, ve evet, yine düşündüm: bu gece böyle güzel gidecek.

Parmaklarım şakaklarımda kendimi yeni bir dizeye hazır etmiştim ki birden internetim kesildi. Hayırdır? dedim, hayret hiç te olmaz böyle şeyler. Bir gariplik vardı ama bunu da kendime sakladım.

***

Dün gece nikos mahlas’a gittim dostça bir sohbetle yaşamımızdaki dakikaları analiz etmek için. Güzeldi keşkek, güzeldi şarap ve güzeldi şiir... Evin önünden geçen bir sokak müzisyeniydi belki ruhlarımızı dinlendiren, amansız kavgamızdan bir an olsun da sıyrılıp nefes almamızı sağlayan.

Bu tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler ne kadar rahat durabildi sizce, iki damla huzuru çok görmeleri ne kadar sürdü? Çok kısa dostlar çok kısa....

Nikos’a dünki internet kesintimden bahsediyordum ki birden suratında garip bir ifade belirdi, böyle görmemiştim nikos’u uzun zamandır ister istemez üzüldüm çaresiz, ne oldu diye sordum, anlat bana nikos... feci, dedi alfabetik, bu kadar ileri gideceklerini düşünmemiştim, dün aynı saatlerde benim de internetim kesildi. İşte o an kardeşlerim, benim kafamdan aşağı bi kazan kaynar su döküldü, bittim. Yastıkları yumrukladım işaret parmağımı kanatana kadar ısırdım elim ister istemez sırt kaşıyıcısına gitti sağa sola salladım bir moğol okunun yarattığı desibele ulaşana kadar! Günah keçisi gösterhüseyin olmuş, celladı da telekom! Gel bakalım telekom seni şöyle alt paragrafa alalım.

***

Telekom! İnsanların cebindeki parayı iki avuç youtube görüntüsü için çaldın çırptın. Bilgi istedim serverlardan kota koydun, insanlarıma bu vatanın evlatlarına iki laf edeyim dedim upload kanunları yazdın, fermanların ardı arkası kesilmedi. Ama şunu bil ki, şunu bil ki telekom, ferman senin hüseyinler bizimdir! Benden bi şekilde gizlenmiştin köşende usulca uyuyordun gözlerin açık, ama daldaki armuttan ne farkın kaldı şimdi! Senden korkup bu yazıyı yazmayacağımı sandıysan eğer, bu kadar düştüysen telekomünikasyon uğruna, pes!

İpimizi çekmeden önce kotaları 1 gb artırdın, neden? İnsanları gözünü boyayacaksın, prim vereceksin aklın sıra öyle mi? Yav ben var ya, deliriyorum vallahi deliriyorum.

Peşini bırakan namerttir!

Anam avradım olsun, senin peşini bırakan namerttir telekom. Salebe tarçın serper gibi şube açtın ya hani, şimdi o şubelerine göz kulak ol derim. Siz de bazı “ofelyacılar”, resmi farklı kaydedeceğinize şu namertlere gidip iki laf edin, iki şikayet yazın öldünüz mü be mübarekler!

Gün uyanma günüdür:

Gün motorları hüseyinlere sürdürme günüdür!

Tuesday, May 15, 2007

in my tree

yıllık hüznümün bir bölümünü kullandığımdan, bu kez affını istiyorum ey sevgili
okur.

Tuesday, May 8, 2007

tarko paşa'ya bak hele!

Hayatım paris metrosunda geçiyor, metroda da kitap okuyasım geliyor. Bugün metroya binmeden önce düşünüyordum, şu insanlarıma bugün güzel birşeyler anlatayım, onlar da iş yorgunudur sevinç yorgunudur hüzün yorgunudur bir yüzlerini güldüreyim dedim. Ama ne mümkün dostlar, ne mümkün!
***
Biri var zaman zaman içinde demiş, biri var günlükler demiş blogtan nasibini alamamış tanıdınız mı? Hani bize gizem dolu hikayeler anlatan, hani sevgilimizle ilk film izlemede dvd’ye koymakta çekindiğimiz filmleri çeken adam tanıdınız mı soruyorum ey ahali!, tanıdınız mı? Tarkovski evet... kafamızdan aşağı kovalar dolusu su boşaltan başarısız olunca bıyığını gösteren kurosawa ile fotoğraf çektirmeye gelince okan bayülgen gibin ziplenen rarlanan tarkovski, ta kendisi!
E dostlar, oturdum metroya açtım günlüğünü yaramaz bir çocuk gibi okuyorum, nasılsa gönlümüze yer etmiş ya nasılsa biz onu bağrımıza basmışız ya nasılsa peşinde stalker olmuşuz ya, merak ediyoruz!
***
Günlüğün sayfaları geçtikçe duraklar azaldı, duraklar azaldıkça o kitabı ilk açtığımdaki heyecan mutluluk söndü geceyarısı köy evlerinin dağlar arasında tek tek kaybolan ışıkları gibi, silik ve bacaları yaşlı... üzüldüm beyler çünkü aradığımı bulamadım, puntoları fontları tek tek gezdim kitabı ama o aradığımı bulamadım... adam bildik ismini telaffuzda hata etmedik ama nedir sonuç, nedir mükafatımız? Buyrun bi beraber bakalım isterseniz atlayın bakalım yıldız barikatının üzerinden.
***
8 mart, moskova
Çekimi neredeyse bitirdik. İyi oluyormuş gibi gözüküyor. Göreceğiz. Artemiev, film için müzik yapmayı reddetti. Çok çalışıp yorulduğunu söylüyor. Ne yapalım, canları cehenneme*.

Vay tarko paşa vay! Naptın yav asmışsın kesmişsin. İşine gelince başarının mimarı işine gelince canı cehenneme ha? Vay vay vay tarko paşaya bak hele.. buyrun devam edelim bi buket daha alalım sayfalardan...

7 aralık, myasnoye
... Taşra insanlarıyla ilgili çok sinir bozucu izlenimlerim oldu. En kısa zamanda burayı terk etmeliyim.**

Yav ben galiba çok hümanistim çok detaycıyım ya da bazı insanlar hakkaten kör! Tarko paşaa tarko paşaa, sen gel bi de bunu benim yanımda söyle bakayım... Sen kimsin taşra insanımı hor göreceksin sen kimsin ona buna laf atıp dış dünyada kendini temize çıkartıp günlüklerinde pisliğinin alayını monitörleyeceksin, kimsin ulan! Bu muydu delikanlılığın, bu muydu hümanistliğin? Pes!
***

Bize fark yapmaz güzel kardeşlerim

ben kamu görevimi yaptım sinema dünyasına olan borcumu ödedim. Şimdi diyecekler bu adam deli, bunu dinlemeyin. E dinlemeyin bakalım peşkeşçiler ama şunu da bilin, blogspot yönetimi arkamda olduğu sürece ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getiririm, ister tarko paşa!(hah gülüyorum vallahi ferhat güzel gibi gülüyorum) olsun ister hose morinyo! Fark yapmaz güzel kardeşlerim!

*sayfa 87, bizimkinin! günlüğü anladın sen onu... belgeyle konuşuyoruz bizde yanlış olmaz.
**sayfa 226, tarko paşa döktürmeye devam ediyor!.. oynaa, devam.

Monday, May 7, 2007

bir demet yasemen



Komitacılık ve taşnakçılıkla mücadelemden bir an olsun sıyrılmak, biraz olsun yenilebilmek tazelenmek için gittiğim, gönül dostlarıyla sohbetler ettiğim bir tangerin var bilenler bilir..

Tangerinin eski müdavimlerince kulis tabir edilen bir bölmesi vardır, turuncu atlastan separatörler zarifçe böler kulisle yabanıl hayatı; işte burada Servantes biraderle nihavent bir sohbeti koyultmuştuk eşsiz çaylarıyla, ama ne çaylar! Sonra çay sen de çarpıntı yapmıyor mu ey ulu servantes? Sadece dem içiyorsun, ne adamsın! diyecek oldum da servantes hemen dökülüverdi bir bir: o koca yiğit, gürlercesine konuşan sesi gitmiş, derdine umutsuzca derman arayan; minik, yaralı ürkek bir mavrika konmuştu sanki masaya.. usulca kafasını iki yana salladı, eskisi gibi değilim üstad dedi, hiç değilim hem de; yenilmedik, ezilmedik anlık şehvetlere köle olmadık etiğimizden, çizgimizden sapmadık şöbiyet olmadık ağzı salyalı masalara meze olmadık fıstık olmadık ama erken yıprandık hem de çok erken!

Yine bildiğim alıştığım gürlemesine buladı sesini, sabahları tatlı bir şey yemezsem başım dönüyor bir parça çikolatayla bile kendime gelebilsem de nedenini merak ediyorum dedi! Şeker eksikliği olabilir üstad sen de ya da tuzdur kimbilir bunu hiç birimiz bilemeyiz bunu önceden hesaplayamayız orada yazılı bu, kandırma kendini dedim çaresiz.. şekerin eksik senin!

***




şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle:




İşbu an’a kadar insan üstü gayretle fark etmediğim, komşu masada bir takım kağıtlara gömülmüş dünyevi işiyle uğraşan, sevgili serpil çakmaklı estetiğinde bir tazenin sesiyle irkildim;

-doktor falan mısınız siz kuzum? ne kadar bilgilisiniz sağlık konusunda? Ben de sabahları iki tane çikita muz yemezsem kendime gelemiyorum söyler misiniz, ben de ne eksikliği var? Neyim eksik benim?

Doktor değilim ben, küçük hanım dedim, durumunuzun şakaya gelir yanı yok, derhal bir doktora görünün, civan olsun mümkünse, hatta doktor olmasa da civan olsun!

-ay teşekkür ederim içim rahatladı...




biz burada doktorculuk oynamıyoruz sinorita!




İyi’nin, o mutlak iyinin, pir-ü pak lekesizliğin, cazibesine hangimiz kendimizi bir an olsun kaptırmadık? Yiğitlik öldü, cesaret öldü, sosyalizm öldü feminizm öldü, pir öldü sultan öldü de biz esen mi kaldık a erenler? Bir yanımız eksik işte bizim, bir yanımız noksan, lekeliyiz emanueliz pötiyiz kareliyiz, dostlar. Hayata bir hayranlığımız vardı, bir hayretimiz o da geçti küstahlaştık, cehalet dedik mutluğa; bir kiniklik ettik üstümüze afiyet, başka ihsan istemedik..



Turuncu atlastan separatörlerle ayrılıyoruz hengamelerden necasetlerden; kendi yumuşak yeşil koltuklarımızda arınığınız, hijyeniğiz, ruh ül kudüsüz öyle mi? Ne varki aramıza çıplaklık girdi bizim kendimizle, kendimize saplanıp kaldık, kanar olduk bize; karar perdemiz, nihavend ağacımız, yasemen.


Hepinize geçmiş olsun, pamuk bir süre orada kalsın. Biriz, tekiz yasemeniz, demetiz bu yerde.

Friday, May 4, 2007

ne şifa, ne şifa!



kadıköy... anadolu yakasının şirin yerleşkesi, değil mi? evet öyle... hepimizin ufak ta olsa bir anısı yok mudur bu güzel yerde, hepimizin gözyaşı bıraktığı yer değil midir hepimizin umarsızca güldüğü yer değil midir ha? bence öyledir... kimse kusura bakmasın ama ben altı kırkbeş değil(!), dokuz onbeş kadıköylüyümdür!! bu yüzden kadıköyde bir haksızlık görünce bir yetimin hakkı yenince bana birşeyler oluyor arkadaş, açık söyliyim delleniyorum.
***
kadıköy şifa hastanesini herkes bilir; bazen bir hippinin buluşma yeri bazen ise caferağa'nın bekçisidir. ne yalan söyliyim, hiçbir zaman iyi niyetimden vazgeçmedim şifa hastanesi hakkında. allah kimseyi düşürmesin ama benim de geçenlerde hastanede bir işim oldu, işte o iyi niyetle girdim şifaya. şaşalı bir karşılama, ne de güzel! hemşireler dört bir yanıma dizilmiş ağzımdan çıkacak kelimeyi bekliyorlar. sevgili nikos mahlas yanımda ona dönüyorum, ne güzel di mi diyorum enfes bir karşılama. devamı gelir diyorum içimden candan insanlar bunlar, ama yine aynı hataya düşmüşüm meğer. meğer bu vatanın sağlık kuruluşları beni yine sırtımdan vurmak üzereymiş!
***
keyifliyiz karşılama yüzünden, yüreğimiz tepelerden aşağı koşan vahşi kaplumbağalar gibi. işlemimiz tamamlanana kadar şöyle bir bekleme odasına yayılmışız eskileri yadediyoruz. gözüm bir yere dalmış olacak, sevgili nikos sertçe dürttü beni. suratına baktım, ibrahim üzülmez ile ümit özat'ın koridorunda sırtlan görmüş gibi bembeyaz kesilmiş, çaresiz... telaşlandım noldu nikos dedim, tek kelime edemeden parmağıyla merdivenin başındaki camı gösterdi. tanrım, beynimden vurulmuşa döndüm!
***
diablo sever misiniz, ben sevmem. içinde şeytan olan işi sevemiyorum, bu benim fizikoterapiyle bile değiştiremediğim bir huyum napayım. işte bu sebep, bir paragraf üstte o üç yıldızın üzerinden tavşan gibi atlayıp alt paragrafa geçen siz okuyucunun merakının giderilişidir, suyun yatağıyla yeniden buluşmasıdır. o merdivendeki camın üzerinde ne gördüm dersiniz sevgili dostlar? diablo deseni! iblis deseni! sen bir sağlık kuruluşusun, sen binlerce kadıköylü gencin buluşma noktasısın, sen caferağa gibi mübarek bir spor salonuna bekçilik eden binasın ya, binasın... sen hijyenik bir ortam kurup ondan sonra bana iblisçilik gotikçilik satamazsın, yapamazsın! indirirler o camları şifa efendi indirirler!
***
ne şifa, ne şifa!
ben oraya gittim şifayı buldum öyle mi? aman ne şifa, ne şifa! sinirimden titreye titreye çıktım hastaneden. nesin be kimsin be! nedir bu inad-ı gotiğin! internet sitene misyonumuz-vizyonumuz yazısı koyarak adam olamazsın şifa, ne yaparsan yap olamazsın! bu vatanın insanlarının kanını bir vampir gibi emip bir de üstüne bi çuval para alıp sonra da çok ta zekiymişsin gibi gotik öğeler satamazsın! sen de mi niyetlisin bilinçaltımızla oynamaya, sen de mi bu köhne düzenin bir parçasısın şifa? yazık, vallahi yazık!

Wednesday, May 2, 2007

ispanyol sinemasına kurtuluş müjdesi


kahvaltıyı severim. hele pazar günleri.. kaçırmam olanaksız! kahvaltı sonrası oturmuşuz dostlar meclisini kurmuşuz, sohbet neşe hepsi var. bir dvd takalım dedik çoktandır izlemiyorduk, belli ki biz de vurulmuştuk maltimedya sevdasına. filmin adı pan'ın labirenti. baktım dvdnin arkasına güzel yaratıklar var gizem var hoşgörü var iyi niyet var; aşk ta vardır dedim. rastlantı bu ya o gün de aşka susamışım! takalım dedim neler var acaba?

***

film başladı enfes bir giriş. ağaçlar, çiçekler, peygamber böcekleri ve bir kız... ama ne kız! film başlar başlamaz kıza kilitlendim. gözlere baktım, seherden sıyrılagelen güneş gibi parlıyor! o an dedim, bu kız bu filmi alır götürür. öyle de oldu!

***

bazı başarılar vardır, diğerlerinden ayrılır. kötülüklere, haksız rekabete, ön kesmelere rağmen yakalanan başarı diğerlerinden bambaşka bir yerdedir, pan'ın labirenti içindedir! çok sevgili küçük kızımız ofelya, (ben söylemekten utanıyorum ama bu ispanyollar bir türlü utanamadı) binbir osbirci askerin arasına konarak, burun-kafa parçalama sahnelerin arasına monte edilerek, peygamber böcekleriyle başrol paylaştırılarak, siyasete bulandırılarak engellenmeye çalışılmış film boyunca. benim açık söylemek gerekirse midemin kaldıramadığı sahnelere yer verilmiş. ama ofelya, öyle güzel yapmış ki görevini, öyle güzel işlemiş ki o filmi.... canım benim!

***

ispanyol sinemasına kurtuluş müjdesi

yazılarımı takip edenler bilir, hiç ısınamamışımdır ispanyol sinemasına. ama müjdeyi vermek gerekir ki, yeni yıldızları belli: ofelya. aman bu kıza göz kulak olun, bu kız sizin kurtuluşunuz. yavrum binoş bakışlı, özü çiğdem kokuşlu... binoş öldü mü diyorlardı, ne münasebet! ofelya sadece ispanya'nın değil (katalan kendisi aman diyim), tüm dünyanın değeridir.

robert de niro'ya küçük bir not: filmde bir emek hırsızlığı vardır senin alehine. filmin sonunda teğmenin yanağına ateş edilerek robert de niro beni kondurulmuştur. senin üzerinden gişe yapmak istenmiştir. eski dostum de niro, sadece bir hatırlatma.