Tuesday, December 4, 2007

tanımlanamayan kola objeleri!

tanımlanamayan kola objeleri... derin bir nefes... ekran koruyucu karşısında geçirilmiş, vahşi, peşkeşe susamış bir gece! bayındırlık kokan yıldızlar, neyi getireceksiniz bize! sen söyle büyük ayı, çarşaf üstüne koysaydık seni yine bu karanlıkta olduğu gibi parlayabilecek miydin? ya sen onun küçüğü, hiç kimsenin yağmurun bile küçüğü olmayabilecek miydin? yüreğim yanıyor, bir garip kokuyor gece.. dik dur rohan, bu gece adalet düşmemeli!

kandırıyorlar bizi!

gece yüzümüzü dönsek, çimenin yeşilini unuturuz, alıverir bizi bu karanlık. dünyayı boynuzlarında tutan öküz mü ağladı be allahsız, nedir bu üzerindeki lekeler! yıldız deme bana, yoo deme... kara delikler, beyaz cüceler! kontrast yağıyor ya muhammed! hasta la favoria!
tanrı zar atar aslında dedi havking, atar emme dedi, tanrının görmediği yere! hiç düşünmedik bunu, belki biraz cimnastik yapsaydık beynimiz eksenli, belki biraz o çarklar dönseydi alavereler dalavereler yerine... spitzer uzay teleskobunun gördüğünü çok, ama çok daha önceden görebilirdik!




her pazar ertekinle kahvaltı ederken sevdiğimiz siteleri bir bir dolaşmayı da ihmal etmeyiz. nasa'nın pek beğendiğimiz, 10 dakika baktığınızda ömrünüzü 5 sene uzatan fotoğraflara sahip fotocurnal bölümüne girmeyi de eksik etmedik.. 29 kasımda çekilmiş bu görüntü bizleri çok düşündürttü, derhal elikopterleri şakaklimanlarına indirdik.. sonrası hüzün, sinir ve belki de, ne yazık ki, öfke!


gelin birlik olalım!

o karanlığın içinde gizlenen! hey sen! hiç konuşma, tovariş diyeceksin biliyorum!
koka kola satmaya geleceksin! koka kola satamadığın gezegeni de gıcır gıcır keseceksin! ama sana bir şey söyliyim mi, işin çok zor.. vallahi, billahi işin çok zor! senin büyük helen tadındaki düşüncelerinde, siyah-beyaz evreninde bir asi var.. ruhu asi, deli birşey! ayran gibi limonata gibi kendi özdeğerlerine sahip çıkan bir gezegen var bu alemde! bu insanların beyniyle de oynasanız, o ufo oyuncaklarınızda adam da kaçırsanız, size su yok... size bu gezegenden su yok!



Saturday, September 8, 2007

namus'un cenazesi var! -1

ar ve namus... iki ezeli dost. ama bugünlerde onları bir arada görmek ne mümkün. tango ve cash eridi, ferhat ile şirin eridi, hıncal ile haşmet eridi ama ar ve namus erimedi diye göğsümüzün kabarıkitsta olduğu günlere ne kadar da uzağız, ve bir o kadar özlemliyiz ha... bırakalım gözyaşı yüzümüzde kurusun hayat çiziklerimize tangıt olsun, yatağını bularak korkunç sıcağı yuvasına göstermesin, aman ham yapmasın onu deli rüzgar.
genel izleyici uzaklaş, namus'un cenazesi var!

ahlak bekçisi!

örf ve adaletleri pazubandım yaptım boynuma düdüğü astım kemerime 35 kalibrelik ünlemleri taktım, neden mi? ahlak bekçisi oldum dostlar! hani şu dalga geçenlerin inadına("bekçiyle mi yoksa ahlakla mı geçiyorlar acaba?" by leonard cohen, 2004, vatikan publish)!

bunun adı ahlaktır a erenler, 4-4-2 mi oynayalım 3-5-2 mi oynayalım tartışmasına mahal vermez, 0-0-0 oynayıp kaleyi 11'ler. baban olsa tanır, göbeği açık yarin olsa tanımaz. ağlayanlar alt paragrafa hiç geçmesin.

kimler şeytan, kimler düşman?

medya, basın... kirleten var mı aramızda kendimizi bunlarla? hoş di mi kirlenmek nasıl da sokuyorlar kafanıza böyle şeyleri, hah! medya-basın, bunları gördün mü kaç arkadaş... belki işin içinde çok sevdiğin biri vardır, hanım hanımcık kız dediğin biri vardır, oha yok artık o da mı dediğin birileri vardır, ne bileyim işte belki vardır: heather nova!


çok seviyordunuz di mi heather nova'yı, ben de! beşik kertmem gibi sevdim bu kızı, ne yalan söyliyim bu klibi ilk izlediğimde çok ta hoşuma gitmişti... ama biraz kamu sorumluluğu aldık ya, biraz attık ya kendimizi denize takadan aşağı. neler gördüm neler!
türkiye'ye milyar dolarlık reklam yapıyor diyelim tanıtıyor diyelim klibinde, eyvallah... halkla içiçe diyelim, işçi sınıfından diyelim, cumhuriyetçi diyelim, cumhuriyet mitinglerine katıldı diyelim, eyvallah...
ama yılları kahve ortamlarını arşınlayarak geçirmiş biri olarak söyliyeyim ki, mini etekli kadını kahveye sokmazlar, sokarlarsa da olacaklar bellidir(hop, buraya bir break). bunun adı kültüre çomak sokmaktır arkadaşlar! kim ne derse desin!
hem o kadının başına o klip çekiminde bişe gelse, halkımız misafirperverliği dozunda tutmasa, kim verecekti bunun hesabını? 00:38'deki yiğit mi? 02:00'daki yaşlı dedemiz mi? hayır... türkiye ödeyecek hesabı, hepimiz ödeyeceğiz!

inleyen dosyalar evimizi sardı!

inanır mısınız yaz kış demeden şikayet, dosya geliyor kargoyla dostlar. garaj kiraladık oraya gömüyoruz dosyaları. görüyoruz ki bu ahlak işi bitecek değil, anaların haykırışını telesekretere kaydediyoruz, her sabah dinliyorum kaşlarımı çatıp sokağa çıkıyorum... zor bu işler, kalbi olan girmesin, gençlere tavsiyemdir.

bu haftaya kızgın girdik, güzellikle bitirelim... ekipten arkadaşlar bir video hazırlamışlar, bi izleyelim ve sizlere veda edelim.

namuslu geceler, esen kalın...

Tuesday, August 28, 2007

gosterhuseyin newest cingıl: gh (church mix)

gösterhüseyin'in geçen sezonki başarılı dönemine ithafen, yeni sezona mutlu ve umutlu bir şekilde girmek adına, kimilerine göre bir ağıt kimilerine göre ise tam bir milli marş niteliğindeki nacizane kandil özel church mix çalışmamızı buraya koymamızı maruz görünüz sevgili okurlar...
haydi tıklayalım bakalım ne varmış burada:



Monday, August 6, 2007

nedir bu gülsuyu?

koca denizlerin sandalları itecek kuvveti kalmadığı zamanları unutup iki damla yağmurun ardından ağıt yakar olduk biz... hayat ta akar dedik sudur kendisi, özümüzü patlattık tesisat borusu gibi; can-canan yarışına girdik amansız, hüznümüz diz boyu olunca geldi aklımıza aynı uzunluktaki denizin uçarı dalgaları... kimliklerimizi taktık kalplerimize hepimiz hayat başlığına “su” yazdırdık, farklıları bir kalemde siliverdik usulca, yabanice; belki de, küçük kadınlarca...

hani dedik ya sorular bir yerlerde patlak verecek, ruhlarımızın gramajını her seferinde biraz daha değiştirecek... işte o soru az önce patlak verdi sevgili okur, ruhumun gramajı her sefer olduğu yine değişti!

nedir yahu bu gülsuyu?

su dedik, rahmet dedik, can dedik, canan dedik... peki bir birşey unutmadık mı ya? bi tek likid bu muydu yaradanın ellerimize döküverdiği? bir suya, bir kolonyaya, bir kolaya verilen değer başka birşey üzerinde kendini gösteremez miydi; mesela özdeğerimiz gülsuyunda?

şimdi burada gülsuyu dedik diye bayındırlık dahil bazıları rahatsızlık olacaktır ama cennete bir adım yaklaştıracaksa sizi bu yazı, inanın cyclops’u karşıma alırım, enginlere sığmazsam derhal taşarım! sevgili kardeşlerim, bu gülsuyunun faydası saymak ilen bitecek gibi değil! gelin birkaç örnek sunayım size, takip et çağatay’cığım!

anne’ciğim biraz daha nur ister misin!!

nasıl ki asitli bir likidi sert bir yüzeye döktüğümüzde cosudayıverir, nasıl ki kolonya amazon rüzgarlarını getirir dokunduğu yere.... gülsuyu da nur yüzlü dedelerimizin annelerimizin suratlarından nazikçe bir miktar nur çalar işte, döktüğünüz yere usulca seriverir. “aura” dedik te inanmadılar ya, ortamda bir nur aurası yaratır sevgili dostlar... kendinizi bir gül bahçesinde bulursunuz çaresiz, hah, belki de sevdiceğiniz kokuyu alıp kulağınıza fısıldayıverir: “hayatım’cığım, bana yine gül mü aldın!!”

maneviyatı böylesine destekledikten sonra sanmayın ki bu gülsuyu şu kısa ömrümüze yardım da bulunmaz, sakın ola geçirmeyin aklınızdan bunu!. bu gülsuyu var ya, şu kırım kongo mevzusuna harkulade derman oluyor! nasıl mı? şöyle:

hepimiz şu yaz sıcaklarında kendimizi bir yerlere atıyoruz şehrin yabanıl hayatından kurtulmak için... ama farketmiyoruz ki asıl yabanıl hayatın içine giriyoruz; kimbilir belki de kenelerin tam ortasına!! bu sene özellikle zeytinli festivalinde kendini gösteren katil keneler bu sefer o kadar şanslı olmayacaklar... neden mi, çünkü karşılarında bu sefer 45 faktör gülsuyu ile yağlanmış gençler var! çadırlarının etrafını gülsuyu ile çevreyelen genci, yaşlısı, gotiği, alternatifi, hari krişnacısı adeta zeytinliden dünyaya bir mesaj veriyor: gelin kenelere gülsuyu ile dur diyelim!

önlemleri almazsak olmuyor bu iş!

sevgili kardeşlerim, gerek öteki dünya için gerekse bu dünya için almamız gereken bazı önlemler var... mutluluk her zamanki gibi çok yakınımızda, ama isteyene: gülsuyu. gelin, bizi bu cennete koşar adımlarla götüren rabbin güzel likidinin hakkını verelim, güne avuçlarımız gülsuyu kokarak başlayalım! ve unutmayalım; hiçbir şey için, gerçekten hiçbir şey için, hiç ama hiç geç değil!!!

Thursday, July 26, 2007

la havle vela kuvvete

şu güzel yaz günü kimimiz atlet içinde, kimimiz çıplak!, kimimiz dünyanın öbür tarafında su içinde, barış içinde geçiriyor olabiliriz; hepsi insana has şeylerde değil mi dostlar hepsi mükemmelliğini çoğu zaman bir hiçe harcayan şu rabbin bedenine has değil mi... bu düşüncelerle girdim perşembeyi cumaya bağlayan bu tatlı-sert geceye..

havaların sıcak olması, seçimden yeni çıkmış olmamız ve duygusal olarak alev alev, buram buram yanan yüreğimiz hiçbir zaman müzik dinlememize engel olmadı, ve olamayacakta!
bir oyun oynadım, belki bir kumar; kulaklarımı bu geceliğine beethoven'a emanet ettim sevgili dostlar.. hani çayın içine bir şeker atarsınızda içinde güzel güzel çözünürken sanki elinizdeki excaliburmuş gibi çay kaşığıyla yukarıdan sert muhtıralar verirsiniz ya... işte beethoven'ın da bu yanını keşfettim bu akşam; o barış notalarının içindeki gizli haykırışlar, kimbilebilir belki de limonatalar kimine göre ise papazlar, valeler...





















bir garip hikaye...


araştırmalarım pek uzun sürmedi aslına bakarsanız; beethoven'ın yaşadığı onurlu hayat bir avucumda, yaşadığı haksızlıklar diğer avucumda... ağır geldi hem de çok ağır geldi haksızlık avucum; öfkemle ellerimi terlettim temizlenir miydi bu kara lekeler tarihten yoksa avucum yanlış mekan mıydı, atlas gibin omuzlarıma mı almalıydım bu ağır gerçekleri... bilemedim, bilemedikçe gömüldüm gecenin katran karası karanlığına...

kiwi olurum da hakkını yedirmem!

peki neydi beethoven'ın suçu? şatolardaki ağzı salyalı masalara kemalpaşa tatlısı olmak yerine hümanizmi barışı onuru seçip amansız kavganın içine girmesi mi? wagner gibi 2 gotiğin 3 baldırın peşinde olmayıp etik çizgisinden taviz vermemesi, bestelerinde sürekli barışı hümanizmi kardeşliği savunması mı?
ne kadar kolay di mi böyle değerleri silip atmak, yokmuş gibi davranmak yapılan haksızlıkları görmezden gelmek... yedirmem, inanın yedirmem hakkını bu asil, onurlu nota silahşörünün! birileri nota defterine peşkeş çekecek, birileri şatolarına iftihar panosu asıp dilberlerden üzümler yiyecek, yoksulu garibanı aç bırakacak, üzülmek beethovenıma kalacak öyle mi? vallahi deliriyorum, şu yaz günü deli gibi çılgın gibi deliyorum...

çok terliyim be atam, çok terliyim...

Sunday, July 15, 2007

bazı şutlar kardeşlik için çekilir!

kimileri gerçekleri bi yana bırakıp topu taca yuvarlar, kimileri zaman kazanmak için elinde tutar, kimisi ise yerde yatarak sözde sakatlanır, kanar, ve ağlar... ama kimileri vardır ki, onlar şutları kardeşlik için çeker; saha çizgisini sıkı sıkı telle kapar ki oradan gerçek sızmasın, maç içindeki dostluk sevgi taca çıkmasın, karpuzun göbeği gibi olan kardeşliğin derinliğinin buram buram yaşandığı uzatmalar havaya uçmasın...

işte biz ve gönül dostları da bu amaçla çıkarız her haftasonu halı saha maçlarına, hem de ne maçlar! kıran kırana geçer; herkes bilir altımızdaki el yapımı halı değil, ama o yeşili direkleri meşin yuvarlağı görünce hepimiz deliye döneriz.. maçta atılan sıcacık sloganlar sevgi paratonerine kapılmış kasaba sakinlerini hemen yanıbaşımıza toplar: gör beni!!! bana ver, sen kaç!! çok güzeldi be abi!! sert oynamayalım beyler, biraz daha sakin!!!

futbol basit bir oyundur ve kardeşlik, hümanizm her zaman kazanır

kimi zaman mesaj kaygımız olur pankart ile çıkarız sahaya, bazen kimi arkadaşlar sahaya girerken bir avuç çimen atar ağzına... dualar okunur maçtan önce, insanların yanakları hümanizmi andırır, kramponlar her topa vuruşunda topun yanına gidip özürünü diler; maksadı hiçbir şekilde onu incitmek değildir.. dedik ya bazı şutlar vardır, kaleye girdiğinde oyunun dışındakileri harekete geçirir!

yazarlık dinamizm ve hümanistlik gerektirir

bazı yazılar isyankar, bazı yazarlar da sportif, genç, dinamik olmalıdır sevgili okur... hani o tom cruise’un inanılmaz görev diyip te çıktığı dağlar vardır ya, o rocky’nin adliyedeki avukatları andıran bi merdiven çıkışı vardır ya... bizim yolumuz da öyle bi yol be sevgili okur. asırlardır kalem diyince o kağıt üzerindeki mürekkep dansını anladı ya bu insanlık, yeni nesilin demesiyle klavye tuşlarının bir inip bir kalkmasını anladı ya... kimse o kalemi tutan eli, o elin nüfus ettiği vücudu, o vücudu ayakta tutan iki aslanlar gibi bacağı düşünmedi. bazıları beyin dedi, hapis etti onu gerçekleri göstermemesini istedi(anladın sen bayındırlık anladın)... ama hiç bu dışladığımız tarafımızı göremedik, belki de, görmek istemedik...

işte o bacaklar gün geldi yazarlık ile kendini buldu, el’in yaptığını bir de o yapmak istedi: akrobasiyi güzel hareketleri bir yana koyalım ve düşünelim o yürekler orada şutlarını kilitli kapılara attılar.. ortalarını kardeşliğe açtılar...

gelin bu çağrıya kulak verin

biliyorum çoğunuzun bacağı bir şekilde yas tutuyor, koltuktan kalkerken zorlanıyor, uzun koşular için kendini hazır hissetmiyor devre arası kampına katılamıyor... ama hepinizin bacaklarınıza vereceği ikinci bir şans, bir top ve iki direk... direği de geçtim be mübarekler iki taş koyup oynayın şu oyunu öldünüz mü yahu! ya ben çok sportifim, çok dincim, çok hümanistim ya da bazı insanlar gerçekten çok hımbıl, çok militarist, çok hari krişnacı! sertleşmeye imkan tanığım 3 kulvardan birinde beni yine haksız çıkarmadınız sizi sütun bacaklar!
ama ben okurumun gönlümü almasını bilirim... altın yürekli insanların kadife kramponlarının anısını buraya koymasını bilirim! vamos bien demesini bilirim!!



"akrobasiyi güzel hareketleri bir yana koyalım ve düşünelim o yürekler orada şutlarını kilitli kapılara attılar.. ortalarını kardeşliğe açtılar!"


Saturday, June 9, 2007

kelebek tepkisi!

bazen bir cummuyet mitingi sonrası zil zurna eve gireriz ve derhal yatağa uzanıp uykuya demir atarız... çok sevdiğim esnaf eşref amcanın kepenkleri gibi kaparız gözlerimizi rüyalar birbirini kovalar, tam uyandığımızı düşündüğümüz anda ‘rüyanın devamını göremeyecek miyim’ telaşı ile gözlerimizi yeniden kaparız yaşama saygısız bir şekilde, dantelli fincanlar ecayip heyvanlar gibin.... sonrası insanızdır, uyanıveririz kırık bir dal üzerindeki pek te ağır olan hayatımıza. derken güneşin yanıkları arasından renkli, sinyalsiz sağa sola sapan bir hayvan belirir, emmoğlu demiştir halbuki: hayvan değil o böcek... kanatlarında trigonometrik fonksiyonlardan oluşmuş çizgiler ile onları bir güzel işleyen renkleri görmemek mümkün değildir; eşref amca bir kere açmıştır kepenkleri artık usulca belindeki ağrı ilen... burnumuza konar bazen, bazen sivrisinek tarafından acımasızca ısırılmış diz kapağımıza bir öpücük kondurup rejenerasyon çalışması yapmak ister... izlememizi ister onu, bakın der, hayat çok güzel dostlar. beni kimse boyamadı der, renkleri tanrıdan çaldım karışık çizgiler ise belki de doğum sancılarımdır kim bilebilir.

kafamızdaki kelebek budur işte, belki william blake değil masumiyet şarkıları söyleyemez, ama doğrusunu isterseniz dostlar, görsel olarak masumiyeti bu denli güzel gösteren bir hayvan düşünemeyiz.

birazdan kudurur deniz!

geçenlerde yine günlük bisiklet sporumu kamu bilinciyle yerine getirirken yeni bir sahaf açan eski bir dostuma uğramayı ihmal etmedim. kapısı kapalıydı belli ki dünden kalmaydı, ama tezgahlarının üzerinde 120 g. hamur kalitedeki birkaç kağıt ilgimi çekti. hemen sportif şortumun yan cebine koyup yoluma devam ettim.

moda tarafının yeşilinde, gölgelikte bir dost ile muhabbete dalmışken kağıdı hatırlayıp cebimden çıkarma cürretinde bulundum. bir sergiden bahsediyordu ve inanın ki üzerindeki resim şöyle idi:


kıllandım. kelebeğin duruşu hoşuma gitmemişti bir gariplik vardı bu işte. arkadaşımın doğanın dev yeşili, uludağ gazoz ve keşkek tekliflerini bir çırpıda elimin tersiyle itip derhal bu işi aydınlatmak için yola koyuldum.

birkaç balkan arkadaşımı arayıp fotoğrafın sahibi nikos’un kelebeğe ne kadar para ödediğini araştırdım. öğrendiğim rakam oldukça uçuktu; doğrusunu isterseniz bunu ne nikos’a ne de kelebeğe yakıştırabildim. ama anlık öfkemden kurtulduğum anda bir başkasını misina ile yakalamıştım: nikos ile derdim yoktu olamazdı, güven duyulamayacak insan soyunun başka bir üyesiydi, peki ya kelebek? türdeşlerinin değerlerini ayaklar altına almayı nasıl başarmıştı? o kadar parayı ne yapacaktı, 24 saatlik bir ömürden bahsediyoruz arkadaşlar... üniversitede oğlun mu vardı a kelebek, var ise o pozları verene kadar neden gidip oğlunla ilgilenmedin? şu yazının başındaki iltifatları hakediyormuymuşsun haydi bakalım söyle?

arılar ölmez hayvanlar alemi bölünmez!

benim dilime düşmek bu alemde en büyük hatadır kelebek, 24 saate çok fazla hata sığdırdın.. gün hesap verme günü... pencereden içeri girmek küçük çocukların gönlünü fethetmek kolay; o çocuklar onuru ile yaşayan bir hamamböceği gördüklerinde evde terlik arıyorlar öldürmek için, sen ise blöflerinle illegal işlerinle bayındırlıktaki dostlarınla gözlerini boyuyorsun ha... yemez, halk bunu inan ki yemez!

sevgili dostum muhammed’in de gözünü boyamıştın zamanında bilmem hatırlar mısın: kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım... o vatan millet aşkı için ölen arıların uçma kabiliyetlerini nasıl bu laf ile yadsıyabilirsin... arıların o safkan soyuna kelebek kanı bulaştırmak, kozanlarda bölücülük hareketleri yapmak mayın döşemek neden kelebek neden! bırak arı gibi uçsun, arı gibi soksun, ve arı gibi ölsün... hıh, eminim seninkinden daha onurlu bir ölüm biçimidir!!

hah, kelebek etkisi!

kelebek etkisi... hah vallahi gülüyorum inanmazsınız kıkır kıkır gülüyorum.. etki yaratmak güzel kelebeğim benim, peki haberin var mı fizikte bir kanun vardır merzifonlu newton’un bulduğu: her etkiye karşılık bir tepki vardır. bu işin sonunu düşünemedin mi kelebek, ah kelebek vah kelebek...

zamanında erdal inönü ile çok büyük atılımlar yaptık fizikte bir şeyler biliriz biz de... kaos teorimi duymuşsunuzdur; bir kelebek mersinden kanat çırparsa moğol eşcinselleri üzerinde söz sahibi olabilir diye...


bu teoremi ilk duyduğumda kıkır kıkır gülmüştüm, belki aratsam youtube’da videosu bile çıkar. ama bu işin gerçek olduğunu araştırmalarım sonunda buldum, ama herşey kelebeğin kanat çırpışı kadar masum değildi....

headquarter diye tabir ettiğimiz tancerini bilen bilir... orada bir cervantes vardır çayıyla meşhur ve de sarı sakızları ilen! şimdi size bir kelebeğin çin ekonomisini nasıl da derinden vurduğu bir ibret öyküsü sunacağım:

cervantes’in çok ta uygun olmayan bir bölümünde bir kelebek dövmesi vardır... bilmem 4. murat zamanındaki venom olayını hatırlar mısınız, parker kötü bir giysinin kurbanı olmuştu... işte o dövmede yıllar geçtikçe cervantes’te aynı etkiyi yarattı, adeta onu ele geçirdi cervantesin eli yeşile dönmeye başladı zamanla dokunduğu one hundred bucks’lar ilen.. sonra tancerin açıldı ve dünyanın para makinesi sıfatını haketti, ve içinde bulunduğumuz çağ içerisinde çin ekonomisini yöneten en büyük güç, tekel haline geldi. dedim ya,

24 saatten bahsediyoruz..... devam.

bir sıkımlık canın var!

karşında kimin olduğunu farkedememiş olabilirsin, varyasyonlar yaratmış olabilirsin, aldığın milyon dolarları mezarına götürmüş olabilirsin ama sana şunu söylemek isterim: ömrüm 24 saat olsa hepsini adalet için harcarım,bir ölür bin doğarım!!!

kaba kuvvetten şu ana kadar hiçbir yazımda bahsetmedim ama biraz daha ileri gitmen halinde bazı şeyler düşünebilirim,,,, dedim ya bir sıkımlık canım var! hani sıkarım ederim dedim kimse anlamadı ya, portakal suyudur o içeriz sen sık bakalım dediler ya......ananızdan emdiğiniz sütü sıkarım, burnunuzdan getiririm. gözüm üzerinde kelebek, hem de çok ciddi seviyelerde üzerinde!